2 Ekim 2011 Pazar

Rusya - Moskova (2011)


29.07.2011 - 31.07.2011 (2 gün)

29 Temmuz 2011 Cuma akşamı Aeroflot 21:20 uçağı ile Moskova Sheremetyevo havaalanına vardım. Yeni yapılmış, oldukça modern, büyük bir yer. Uçak zamanında kalktı hatta iniş zamanından daha önce indi.

5 yıldır orada yaşayan eski iş arkadaşım Ahmet ile kız arkadaşı karşıladılar. 2 gün Ahmet'te kaldım. Normalde taksiler, oteller çok pahalıymış.

Cumartesi sabahı dışarıda kahvaltı etttik. Ruslar için kahvaltıda havyarlı gözleme ya da makarna gibi "ana yemek" tarzı şeyler yemek normal.

Ahmet'in birkaç saatlik bir işi olduğu için ondan ayrılarak Tonia ile Kızıl Meydan'a doğru yola koyuluyoruz. Aklımda sorularla Kızıl Meydana giriş yapıyorum: "Acaba meşhur Rus yazarları komünist miydi? Bunu araştırmalıyım. Devrimleri halk mı yapar yoksa baştaki yöneticiler mi yönlendirir? Halkların kültürlerinde belli bir devrime daha yatkın olmak var mıdır acaba? Şimdi bu Ruslar komünizmi kendileri mi seçtiler? Şeriatı seçenler kendileri mi seçerler? Kendime bakıyorum, içinde bulunduğum yönetim sistemine hiçbir etkim yok gibi geliyor. ", vs.,vs...

Meydandaki meşhur St. Basil's katedralini gezdik. Normalde önceden fotoğrafını gördüğün şeyin gerçeği hayal kırıklığı yaratır ama bunda tam tersi oldu. Katedral masallardan fırlamış, hayran olunası renklerde, kubbelerinde geometrik desenler olan bir oyuncak gibi. Binanın içi labirent gibi küçük küçük odalardan oluşuyor. "Kilise mükemmel, olağanüstü ama neden bu kadar küçük? Kaç kişi alır ki bu?", diye düşünüyorum. Meğerse Rus Çarı Korkunc İvan (Ivan the Terrible) kiliseyi başarısını kutlamak için kendi icin yaptırtmış. Bir aile kilisesi gibi. Söylentiye göre mimarının gözlerine mil çektirtmiş, bu kadar güzel bir şeyi başka yere de yapmasın, kendine kalsın, diye. Aşağıdaki detay fotoğrafı wikipedia'dan aldım:


Kızıl meydandan ayrılıp hemen 5 dk mesafedeki etnoğrafya müzesi tadındaki 16. yy Rus evini ziyaret ediyoruz (The Chambers of the Romanovs Boyars - Romanovs Boyars'ın evi). Burada 16. yy'daki Rus ev yaşamı görülüyor. Bunlarda dolap kavramı yokmuş 1700'lere kadar, Avrupa'dan gelmiş. Daha önce defterdi, kitaptı hepsini sandık ya da kutularda tutarlarmış. Sandelye koltuk da aynı şekilde. Daha önce hep tahta sıra veya kanepelerde otururlarmış.

Bir de kadınlar ve erkekler evin farklı odalarında yaşarlarmış. Bir kadının en büyük erdemi kocasına bağlı, sadık ve hizmetkar olması, sürekli tanrıya ibadet etmesi imiş. (Not: Tabi bu durum şimdi geçerli değil, 1700'lerde falan böyleymiş!)

Tekrar Kızıl Meydan'a dönerek komünist dönemde herkesin bedavaya alışveriş yaptığı şimdi ise en pahalı markaların mağazalarının yer aldığı çok görkemli ve büyük alışveriş merkezinde Ahmet ile tekrar buluşuyoruz.

Rus yemeklerinin tadına bakma zamanı geldi: Bir Ukrayna lokantasına gidiyoruz. Menü:
  • Borş (ya da Borç) çorbası (Lahana çorbası gibi - Rusların milli yemeği - güzel)
  • Vareniki- Bir nevi mantı. Tatlı (Reçelli), mantarlı ya da patatesli gibi çeşitleri olabiliyor. Leziz.
  • Kvas - Buğdaydan yapılan bir içecek.
  • Slotka - Söğüş balık, soğan, patates.
Yolda yürürken Ahmet'e Rusya'yla ilgili sorular sormaya devam ediyorum. İlişkilerdeki rahatlıklarından dem vurup bunu Rusların medeniyet seviyesi ile ilişkilendirmenin yanlış olacağını hatırlatıyor. Diyor ki; "Ruslar her ne kadar kadın erkek ilişkilerinde Türkiye'den 100 yıl falan daha ilerde olsalar da, Türkiye gibi her zaman tepelerinde bir demir yumrukla yönetilmişler. Yani demokrasi, özgürlük falan yok. Bizden geridirler bu konuda. Gazeteciler falan iktidara karşı gelemezler asla (bir kez karşı gelenin genelde son karşı gelişi olur). Rüşvetsiz iş olmaz, paranın çözemeyeceği sorun ise yoktur."

Komünizmden kapitalizme geçişte kapitalin nasıl yaratıldığını soruyorum. Fabrikaların komünist parti mensuplarının kızına, çocuguna, yakınlarına yok pahasına satıldığını anlatıyor. Tabi şimdi o kişiler inanılmaz servet sahibi, zengin sınıfı oluşturuyor.

Sabahları sokakta bira içen insanlar olduğu efsanesi de geyikmiş. Sadece gece içkiyi fazla kaçıranlar sabah nötrlesin diye içebiliyorlarmış.

Birçok Rus ressamının resimlerinin yer aldığı özel bir koleksiyonu görmeye Tretyakovskaya State Gallery'e gidiyoruz. Burada biraz kafam karışıyor. Bu resimlere bakınca resimlerin 'hoş'luğundan daha fazla birşey anlamıyorum. Ta ki yanındaki uzunca açıklamaları okuyana kadar. Örneğin Isaak Ilich Levitan'ın aşağıdaki resmine bakınca "hmmm hoş bir manzara resmi..." diyorum:

Öyle birkaç saniye bakıp diğer resme devam edecekken şeytan dürtüyor, yanındaki açıklamayı okuyorum: Bu resimdeki kilise hem bir insan doğduğunda vaftiz edildiği hem de öldüğünde gömüldüğü yeri (bkz. kilisenin bahçesindeki mezarlar), yani hayatı temsil ediyor. Kilisenin yer aldığı burun ise bir geminin burnuna benziyor. Önündeki büyük beyaz boşluk geminin yol aldığı denize benzetilmiş. Bu açıklamayı okuyunca resim birden çok daha anlamlı hale geliyor, çok daha fazla beğeniyorum.

Bu kocaman müzede bunun gibi binlerce olağanüstü resim olduğunu düşünün. İnsanın daha çok kalası, hepsini okuyası geliyor. İnternette her bir eser ve açıklaması var ama ben özellikle bu örneğin olduğu sayfayı buraya ekledim:


Sanat nedir? Bir sanat eseri kendi kendini mi tarif etmelidir yoksa bir açıklama ile mi tamamlanmalıdır? Eğer bir açıklama ile birlikte düşünülmeli ise bu açıklama sanatçının kendi açıklaması mı yoksa sanat eleştirmenleri tarafından yazılan açıklamalar mı olmalıdır?

"Madem resim bile ancak arkasında bir ton açıklama ile bir anlam kazanıyor, o zaman modern sanatın hor görülmesinin sebebi nedir?" diye Tonia'ya soruyorum, o da "en azından bir resme bakmaktan zevk alıyorsun", diyor. Tonia sanatla ilgili bir eğitim vs almamasına rağmen her ortalama Rus gibi yüksek bir kültüre sahip. Bana pat diye, "ekspresyonistleri mi yoksa kübistleri mi daha çok seversin", diye soruyor! "Ben hepsini severim" deyip hızla konuyu değiştiriyorum.

Son olarak burada gördüğüm "kız kulesi" resmini de paylaşıyorum. Eskiden daha küçükmüş sanki:


Akşam Amigo Migel adında turistik olmayan bir Meksika lokantasına gidiyoruz. Burada canlı müzik ve dans pisti de var. Yemeğini yiyen disko moduna geçiyor.

Metro'ya biniyorum. İstasyonda kocaman avizeler, mermer sütunlar var. Oldukça etkileyici bir yer. Dış dünyaya caka satmak için bu kadar gösterişli inşa edildiği söyleniyor.

Pazar günü kahvaltıyı Piragi adlı börekçide yapıyoruz. Böreğin adı Pirog. Oldukça leziz. Tatlı ve tuzlu olarak farklı çeşitleri var. Fırıncılık konusunda Ruslar çok ileriler. Zaten Karadeniz'lilere de fırıncılığı Rus'ların öğrettiği söylenir. Pirog çeşitleri şu şekildedir (Dilimle verilir):


Son olarak Moskova Üniversitesi'nin bulunduğu tepeden şehre bakıyoruz. Ama üniversite binası şehirden daha etkileyici:


Burada büfeden Tarhun diye bir gazoz alıyorum. Bu, komünist dönemde bulunabilen tek gazozmuş. Bizim Uludağ gibi. Şimdi Sprite, Coca Cola gibi çeşitler yüzünden popülerliği kaybolmuş.

Moskova'da kapalı mekanlarda sigara yasağı yok.
Ortalıkta Hummer marka limuzinler dolaşıyor.
Bir de nehir kıyısında bir parkta herkese açık olarak her haftasonu yapılan tango gecesine gittik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder