2 Ekim 2011 Pazar

fransa (2010)


26.10.2010 - 31.10.2010 (5 gün)

paris

26 Ekim Salı sabahı 3 iş arkadaşım ile birlikte THY 07:40 uçağı ile Paris'e uçtuk. Havacılıkta gelir yönetimi konulu yıllık konferansın yapılacağı, aynı zamanda konaklayacağımız CDG Hilton oteline yerleştik.

Zafer takını, Eyfel'i, Şanzelize'yi kabaca dolaştık. Dolaşırken, "Türkiye'deki (o sırada yaklaşık 1 yıldır süren) YouTube yasağından utanmalı mı?" diye kendi kendime sordum, cevap olarak da "Önemli olan ülkedeki haksızlıklar, gerilikler değil, ülkenin halkının onunla mücadele edip etmediğidir. Gerilik, bunlara karşı çıkan yoksa olan şeydir. Bu arada şu Mc Donalds da bayağı kalabalıkmış, haa!" diye düşündüm. Belki bunları düşündüren şeylerden biri de Doğan Tılıç'ın o günkü köşe yazısında tesadüfen Fransa'dan bahsetmiş olmasıdır. Bir kısmını alıyorum:

[...
Bir Fransa’ya bakıyorum, liselilerin bile emeklilik yaşını dert edinip sokaklara döküldükleri, bir de bizim hiçbir şeyi dert etmeyen, hiçbir şeye tepki göstermeyen halimize.

Hani hafta sekiz gün dokuz Anıtkabir’in kapısına dayanıp olup bitenleri Ata’ya şikayet edenler vardı; üniversite hocaları, kadın örgütleri, hukukçular… Bana pek de anlamlı gelmeyen o tepkiler de kalmadı şimdi. Şikayetçi oldukları şeyler çok daha artmasına karşın, onlar da sus pus maşallah.

Bu sus-pusluk hali hiç hayra alamet değil aslında. Tepkisiz bir toplum olmak, umutsuz bir toplum olmak demek aynı zamanda. ...
]

27 Ekim 2010 Çarşamba gününü otelde konferansta geçirdim.

28 Ekim Perşembe konferans tamamlandı, otelden ayrıldım. 1 yıllığına Sorbonne'a misafir öürenci olarak Paris'e gelen felsefe doktora öğrencisi arkadaşım Eylem ile Chatelet denen yerde buluşuyoruz.

St. Michel'de Le 10 Bar denen minicik barda Sangria içiyoruz. Paris'in olayı oymuş, tüm kafelerde dip dibe oturuluyor (Bundan sonra Türkiye'de dip dibe masa koyan işletmelere sinirlenmeyeceğim). Lö foto dö "le 10 Bar":


Sonra yakındaki Satre meydanına gittik, Les Deux Magots Cafe'de oturduk. Buraya varoluşçular" takılıyormuş. Tabi Eylem'e "varoluşçu ne oluyordu?" diye soramadım, "ha, varoluşçu mu, tamam..." deyip onayladım.

29 Ekim Cuma sabahı Eylem'le buluşup Türk mahallesinde çorba içiyoruz. Sonra Amelie filminin de çekildiği merdivenlerden geçip Saccre Coeur'e (Sakre Kör'e) gidiyoruz. Burası Paris'e tepeden bakıyor. Büyük bir kilise var. Aynı zamanda ressamlar tepesi diye geçiyor. Şu şekilde sokakta resim yapan bir sürü ressam var:


O gün Gare de L'est (Gar Dö Lez - yani Doğu Garı) yakınındaki Hotel Jarry diye çok ucuz bir otelde kalıyorum. Ama Fransa modern gibi ülke olduğu için otel ucuz da olsa güvenli oluyor.

Bu şehirde bir çok pasaj var. Bunlardan birindeki bir pastanede acıbadem kurabiyesinin renkli olanlarından tattım. Gerçekten mükemmel birşeymiş! Acıbadem kurabiyesi de bunların icadı mıymış yoksa?


Eylem bana Paris'in 1700'lerde neredeyse tamamen yıkılıp şehrin yeniden büyük caddeler ve tek tip binalarla tasarlandığını anlattı. İsyancıları yakalayabilmenin en kolay yolu cadde ve sokakları bu şekilde yapmakmış Ayrıca binaların da tamamını neredeyse tek bir mimar tasarlamış! Yani o kadar sevdiğimiz Paris şehri aslında "asileri" kolay haklamak için bu şekilde yapılmışmış.

30 Ekim Cumartesi günü sabahtan Eyfel kulesine gittim. Çok güzel bir mimarlık ve mühendislik eseri olmuş. İhtişamını, estetiğini beğendim. Üzerinde inşaatta çalışırken ölen işçilerin adları var. En tepesinde de Eiffel efendinin çalışma odası var.
Kulenin dışarıdan görüntüsü şöyle;


Kulenin tepesinden Paris'in görüntüsü ise şöyle:

Eyfel'in ardından Arc de triumph (zafer taki) anıtına gittim. Megerse o içinden tepesine çıkılabilen birşeymiş ama pahalıydı, çıkmadım. Sonra tavsiye üzerine Şanzelize'de Leon denen lokantada midye yedim. Lezzetliydi ama fiyat/performans açısından bakınca çok da elzem değil.

Notre Dame Kilisesi'ni gezdim. Nötür Damın Kamburu diye bildiğimiz hikayenin geçtiği kilise. Çok etkileyici bir yapı. Çok detaylı süslemeler, heykeller, vitraylar var. Önden ve arkadan görüntüsü şu şekilde:

Ön cephe:


Arka cephe:
Not: Burada ana binayı destekleyen kemerlere ingilizcede "flying butress" deniyor.


Biblioteque Center diye bir yere gittim, burasi hem kütüphane hem sergi mekanı gibi bir yer ama degişik, modern bir bina. Örneğin borular binanın içinde açıktan gidiyor - temiz su boruları mavi, ısıtma boruları kırmızı, gaz boztuları sarı, vs. Yarım saatliğine internet bedava. Herkes (öğrenciler, halk) çalışmaya buranın kütüphanesine geliyor. Etkileyici bir mekan. İnsanın araştırma yapası geliyor.




Buradan çıkıp "Black Dog" diye bir metal barına girdim. Müzikler metal, ama yemekli (şarap vs.) Ortam nezih, müziğin sesi kısık. Tipler bizdeki Alt Kemancı tayfası sanki. Bira bardakları plastik. Barmen (diğer tüm dükkanlarda da olduğu gibi) illa ki "bonjur, mersi" falan diyor. Nasıl bir ortam bu? Kafam karışıyor ama yine de bildiğimi yapıp boş bira bardağını montuma saklayarak dışarı çıkıyorum.

31 Ekim Pazar günü Türkiye'ye dönüyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder