19 Eylül 2011 Pazartesi

tel aviv - israil (2002)

finansbank'ta yazılım bölümünde çalışırken pos'lar ile ilgili bir projeye dair israil'e gidilmesi gerekiyordu. pos'lardan sorumlu arkadasin -korhan dediğimiz- pasaportu olmadığından yedek talihli olarak 2 günlüğüne israil'e gittim - 2 kişi iş biriminden, bir de iş adamı müşteri (19.08.2002 - 21.08.2002).

uçaktan iner inmez fırından gelircesine bir sıcak yüzümüze çarptı. uçağa yanaşmış olan merdivenlerin altında beyaz gömlekli, siyah güneş gözlüklü oldukça ciddi bir abla elinde telsizle konuşuyordu. daha binaya girmeden bize birşeyler sordular. bavullar oldukça teknolojik aletlerle arandı, tarandı.

tel aviv badanalı 2 katlı evlerin olduğu hoş bir akdeniz / ortadoğu kenti. sadece upuzun sahilinde yüksek yüksek oteller var. plajdaki kumlar nefis, deniz limonata gibi sıcak. herkes sahilde aynı oyunu oynuyor: tahtadan birer raket ve minik bir topla oynanıyor. tüm sahilde tak... tuk... tak... tuk... sesleri. bir akşam üstü sahile paralel olarak yüzerken her sağ tarafımdan nefes alırken yükselen dolunayı sol tarafımdan nefes alırken de batan güneşi gördüğüm zamanı unutamam. (yüzerken bir sağdan bir soldan nefes almak: 3 kulaçta bir nefes alınca öyle denk geliyor)

plajda gündüzleri neredeyse 10 - 15dk'de bir geçen askeri helikopterlerin sesi duyuluyor. kimbilir nerden geliyorlar? hangi canı aldılar, kimi bombaladılar? şehre inmek için belediye otobüsüne binmiştim (istanbula döndükten iki gün sonra tel aviv'de bir belediye otobüsünde bomba patladı.) şehirde yürürken askerliğini yapan kadınlar dikkat çekiyor.

aslında tel aviv tam bir turizm kenti ama politik durumlar yüzünden ortam neredeyse terkedilmiş kadar boş. akşam millet eğlenceye giderken bile mekanların olduğu sokakların başında aranarak sokağa alınıyor. arabalar otoparklara girerken detektörden geçiriliyor, vs. pek huzur yok, nasıl olsun?

akşam yemekte mezeler arasında humus da var. karpuzlar çekirdeksiz - israil'deki ileri genetik mühendisliği sağolsun.

orada iş yapılacak olan kişinin ofisine gittik, konuşulurken bi ara bizim iş adamı bi konuda kararsız kalınca, zamanında türkiye'den israil'e göçmüş olan musevi eleman "bak türk gibi davranıyosun yine, karar veremiyosun", dedi. türkiyeli esnaf musevilerle çalışmayı çok sever: her zaman güvenilirdirler, dürüsttürler, kibardırlar. müşterilerine de çok kibar davranırlar. annemin teyzesi anlatır, eski istanbul'da (o küçükken) kumaş dükkanına gittiklerinde almayacaklarsa bile dükkan sahibi top top bütün kumaşları indirir, teyzeme ve annesine gösterirmiş. (şimdi "satın almayacaksan vitrini kapatma" muhabbeti pek yokmuş yani).

bi de ağaç var bi sürü (bu paragrafı, çöl gibi olan ortamı dahi ağaçlandırmayı başarmış israil'e bi takım övgüler olacak şekilde tamamlamayı okuyucuya bırakıyorum)

arabaların arkalarında 30cm civarında fosforlu bir şerit yapıştırılmış oluyor genelde. bisikletlerdeki kedi gözü mantığıyla parlasın, arkadaki şöförün dikkatini çeksin diye muhtemelen.

zamanında arkadaşım direnç söylemişti: "israil'de hiç mersedes yok, sadece taksi olarak kullanılan mersedes'ler var. yani adamlar [ben senin arabanı sadece taksi için kullanırım], diyorlar". Her ne kadar taksilerin dışında falza mersedes görmesem de bu fikre katılmam pek mümkün olamayacak. Yani bir milleti aşağılamak için böyle bir yöntem fazla çocukça olmaz mıydı? soykırımı fransızlar yapmış olsaydı fransa'dan lavanta ithal edip bu lavantayla kıçlarını silerek mi mesaj vereceklerdi yani?



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder