20 Eylül 2011 Salı

hindistan (2005)

(02.06.2005 - 17.06.2005)

Ayrıca gezilere artık neden önceden hazırlanarak gittiğime dair...

2005 mayıs'ta askerliğimi tamamladıktan sonra finansbank'la tekrar anlaşıp 1 ay sonra işe başlamak üzere hindistan'a doğru yola çıktım.

herhangi bir ön araştırma yapmadan, uçak biletimi alıp bir gece yarısı saat 3 gibi delhi'ye indim. tek bildiğim, barış'ın paharganj'da 2 ay kaldığı, onun anlattığı kadarı ile her şeyin çok ucuz olduğuydu. ben sanıyordum ki, uçaktan inince bir güç beni alıp gidilmesi gereken yere götürecek, kalınacak yere yerleştirecek, yeni arkadaşlarım olacak falan sanıyordum.

sanmak...

bodrum'dan çıkıp da istanbul'da yatılı liseye başladığım ilk günü hatırlıyorum, orada sanki herşey okullu filmlerdeki gibi olacak sanıyordum. lise bittiğinde ise otomatik portakal filmindeki kahraman gibi düzgün bir insana dönüştürülmeye başlamıştım. (annem bir keresinde "sana birşey oldu liseden sonra, o neşen gitti" der.) Lise beni tam kendime getirememiş olmalı ki, üniversiteye başladığımda da bu sefer orayı herkesin çok mükemmel olduğu bir yer sandım. Bu sanma olayımı liseden önceki her okul başlangıcıma ya da üniversiteden sonraki her giriştiğim kuruma uygulamak mümkün. askerlik, arçelik, vs vs... işte 2005 yılındaki hindistan gezimin başında da değişik bir durum olmadı.

küçükken jimnastik müsabakalarında gördüğüm atlama masası hareketlerini ben de yapabilirim ama sadece denemeye korktuğum için yapamıyorum sanırdım. o yüzden bir gün mutfakta bir sandalyeyi ortaya koydum, iyice geriye gidip sandalyeye doğru koştum koştum ve ellerimle üstüne basıp havada 3-4 takla atamaya çalıştım (şu örnekteki gibi - youtube link). Suratıma kaç tane dikiş atıldı hatırlamıyorum ama keşke sandalyenin oturak kısmı sabit olsaymış. Kırık olmasaymış daha az hasarla atlatabilirmisişim.

bir diğer örnek de bisikletle giderken 2 eli birden bırakmak konusunda oldu. ellerimi bıraktığımda dengemi kaybeder gibi olsam dahi gidonu tutmazsam eninde sonunda düşmeden gidebilirmişim gibi gelirdi. ama düşerdim.

yolculuk...

Hindistan'a giderken ilk uzun uçak yolculuğuma da çıkmış oluyordum.

Uçaklar çok şaşırtıcı. Çok harikalar. Uçmaları muhteşem bir şey. 100 yıl önce padişahı bile uçmamış, şimdi biz insanlığın hayalini bire bir yaşıyoruz, dağlara tepelere bulutların üzerinden bakmak bana haz veriyor.

uçakta ayakkabılarımı çıkarıp verdikleri çorabı giymiş, bir uçağın kanadına, bir yeryüzüne, bir uçağın kanadına, bir havaya bakarak "allah allah, bu alet nasıl uçar" diye hülyalara dalmışken bi aşamada hostes gelip pencere güneşliklerini kapattırdı. (hostesin bu hareketini kişisel algılayarak biraz bozuldum).

gece 3 gibi delhi'ye indim. sağda solda, üstü açık alanlarda vs yerlerde uyuyan insanlar vardı - neyse ki hava pek sıcaktı. yerde yatsan bile üşümezsin. barış anlatmıştı, o da trende giderken tarlada sıçmakta olan insanlar görmüş.

havaalanında pasaport kontrolünden geçer geçmez sağlı sollu dizilmiş bankolardan bana seslenmeye başladılar. bunlar taksi şirketleri. şehre götürmek için çığırtkanlık yapıyorlar. türkiye'de de en sevmediğim şeydir. hiiç onlara bakmayıp tavrımı koyarak dışarı çıktım. "ben kazandım" gibi bir havayla havaalanının dışına çıktığımda kendimi kapkaranlık, tekinsiz bir ortamda buldum. sadece parketmiş arabalar vardı. sonra biri karanlıkta arkamdan enseme yaklaşıp

- "you need taxi? city center?" dedi.

o an hata yaptığımı anlayarak ama fazla bozuntuya vermeden,

-"how much?" dedim.

hiçbir fikrim olmadığı için önerdiği parayı kabul ettim ve araca bindim (resmi bir taksi değildi, herhangi bir sivil araçtı). sonradan öğrendim, o çığırtkanlık yapan taksi şirketlerinden iki kat daha pahalıya gitmişim.

eleman,

- where are we going?" dedi,

elimdeki kağıttan barış'tan öğrendiğim yerin adını okudum:

- paharganj!
- where in paharganj? it is very big!

bir sessizlik oldu, tıkandığım noktaya tahminimden daha çabuk gelmiştim. hiçbirşey diyemedim. oysa ki ben paharganj dediğimde adam beni götürüp hippilerin arasına bırakacak sanıyordum! onun yerine taksiyi karanlık sokakta bi yere çekti, araçtan inip kapalı bi dükkanın kapısını ısrarlı şekilde çaldı. biraz sonra atletli ve uykulu bir adam kapıyı açtı. birşeyler konuştular, sonuç olarak taksici beni birkaç yıldızlı (?) bir otele yerleştirdi ve

- tomorrow morning the gentleman will come!,

diyerek gitti. "eyvah", dedim, kancayı yedik. bunlardan nasıl kurtulacağım!

otele bir gece için 50 dolar verdim. dünyanın en ucuz yerinde santorini'de kalmış gibi para vermeyi başarmıştım ama bu benim için son olmayacaktı. Sabaha kadar uyuyamayıp sabaha karşı uyudum. Öğlen 12'yi geçince kalkmışım, otel'den ekstra para almaya kalktılar. Dün geceki adam geldi, beni dükkanına götürdü (itiraz edemedim), orada can hıraş şekilde kontörlü telefon bulup barış'ı aramaya çalıştım. Barış'tan da belli bir yanıt alamayınca o sırada varenasi'de bulunan gökhan'a ulaşıp oraya geleyim mi diye sordum. o da "burası yanıyor, gelme, manyak mısın?" deyince turizmci abiyle başbaşa kaldım.

beyaz atletli turizmci arkadaş bana bi tur vs satmaya çalıştı, ben nepal'e gitmek istedim ama o orada kral'a isyan olduğunu, gidilmemesi gerektiğini söyledi. hatta nepal konsolosluğu olduğunu iddia ettiği bir yere telefon açıp benimle konuşturdu.

sonuç olarak adamın karşısında bir karar vermek zorunda olduğum için tekliflerinden birine, kuzeydeki jammu & kaşmir bölgesindeki Şrinagar'a gitmeye karar verdim. uçağım bir gün sonra olduğu için beni o akşam kendi evinde misafir etti. bu arada economy'de yer olmadığı için business uçuyorum! normalde otobüsle gitmem lazım 16 saat ama cesaret edemedim. .(Seyahat bitip de türkiye'ye geri geldiğimde daha önceden hindistan'da oldukça uzun zaman geçirmiş olan arkadaşlarımla konuşurken bana "srinagar'a nasıl gittin, otobüsle mi?" dediklerinde, o kadar utanmıştım ki, "evet, hıhı" deyip başımı önüme eğmiştim. Tuğba özür dilerim, itiraf ediyorum; uçakla gittim otobüsle değil!)

Turizmci elemanın evinde eşya yoktu. Yerde oturup, elle yemek yiyorlar. Pilavı, sulu yemeği elle yediklerini ilk orda gördüm. Adapte olmayı da başaramadım. Normalde ortama uyum sağlarım sanıyordum ama Amerikalıların bağdaş kuramaması gibi kalakaldım. Hep çatal kaşıkla yedim.

Beyaz atletliyle konuşurken bir ara bana dedi ki "you need to trust someone!" ("birilerine güvenmen lazım"). Ben o kadar tedirgin, o kadar "herkes beni soymaya çalışıyor" havasında olmalıyım ki adam böyle birşey söyledi. Hayata ya da kendine karşı güvensizliğin göstergesidir bu. Kendime bakmadan onu potansiyel dolandırıcı yerine koydum.

Srinagar Himalayaların başlangıç sıradağları. Şehrin ortasında kocaman bir göl, üzerinde de bir çok ev ve otel gibi kullanılan kocaman tekneler var. Şehir 1200m yükseklikte. Bir sürü kartallar var. Gölün üstü çoğu yerde nilüferlerle kaplı. Yazın nispeten serin olan bu yere daha çok varlıklı hintli aileler geliyor. Burası müslüman bölgesi, ayrıca Pakistan ile anlaşmazlık bölgesi olduğundan her 1 km'de falan askeri kontrol bölgeleri var. Türkiye'den başka müslüman ülke görmemiştim. O açıdan müslümanlığın ortak etkilerini hissedebilmek adına ilginç bir deneyim oldu.

Orada beni gönderdikleri turizmci ve yüzen otellerden birinin sahibi çocuk bana kah "şu ülkeden şu kadar sevgilim oldu", kah "bu ülkeden olan sevgilim hala arıyor" vs vs diye kendini övüyor, bir yandan da "I am muslim, you are muslim" muhabbetinden girip bana otel ve tur satmaya çalışıyordu. "Dostum, Bodrum'da senden de gördüm ben, merak etme" diye içimden geçirdim.

Beni bi de halı dükkanına götürüp halı satmaya çalıştılar! İstanbul'da halı satma çalışmasına maruz kalan turistler gibi oldum.

Şu gölde yüzen tekne otellerden birinde kaldım, yine çok para verdim.

Himalaya diye 3 günlük bir tur sattılar, özel jip, aşçı, rehber vardı. Özel jiple 3-4 saat gidip nehir kenarında ana kamp kurup oradaki köyden atıyla gelen rehberimle birlikte her gün başka bir rotaya yürüyüş yaptık. Dağda ne bi turist ne bişey gördüm sadece bi keresinde yükseklerde bir yaylada hollandalı bir kız yarı kör bir rehberle dolaşıyordu. Ancak "beni kesip doğrayacaklar, paramı alıp kaçacaklar" şeklinde tedirginlikler yaşayan benim aksime gayet rahat ve mutluydu.

Orada Türkiye'dekinden daha ilginç bir doğa görmesem de kendi kendime "şimdi bura o meşhur himalayalar oliyi, he mi?" diyerek teselli etmeye çalışıyordum.

Her ne kadar Srinagar'daki turizmci eleman için "senin gibileri çok gördük" demiş olsam da hakkını teslim etmem lazım: ben kamp için dağa gittiğimde o da 1-2 gün sonra japon kız arkadaşı ile benim yanıma gelerek 1 gece kaldılar. Bunu da benim moralimi bozuk gibi gördüğü için bana destek olmak için gelmiş.

En sonunda son 3-5 günümü doğu hindistan'ı görmek için ayırıp tren bileti aldım, ama onu da yapamadan acil bir iş için geri dönmek zorunda kaldım.

1 yorum:

  1. iyiki düşmüşsün o sandalyeden, iyiki kazıklanmışsın dostum. ne mutlu ki sana himalayaların ne olmadığını görmüş, iyiki utanmışsın uçakla gitmekten, iyiki moralin bozulmuş, iyiki güvenmemişsin kimseye..

    Çünkü sana bişey oldu hindistandan sonra, o neşen geri geldi :)

    denemek, yanılmak ve özgürce yaşamaksa yaşamak.... yaşamaya devam :)

    YanıtlaSil